Gazete almak için markete gittim. Kasada duran beyefendi şöyle bir süzdü ve arkasından sordu: “Buralı değilsiniz galiba?” Doğru tahmin, değilim. Ben, herkesin çift olmak için çabaladığı bir şehirden geliyorum.
Küçük Şehirlerin Büyük Aşkları
Büyük Aşk
Nerde olduğumu merak edenler için söyleyeyim hemen, Ayvalık Cunda’dan yazıyorum. Denize karşı oturmuşum. Daha sezon açılmadığı için, buralar pek sakin. Birkaç gün bu huzur iyi geldi ama ben şehrine aşık tiplerden olduğum için, karmaşayı, kaosu ve koşuşturmayı özledim. İstanbul’da doğup büyüyen ve işi aşk olan biri için, buralar sakin kalıyor. Malzeme çıkmıyor, ondan telaşım.
İlkbaharın yüzünü gösterdiği bu şirin yerde, aşk henüz çiçek açmamış. Çift olmamak dert değil, çoğu büyük şehirlerden gelip, yalnızlığı ve huzuru tercih edenlerin sığınağı gibi burası. Ancak yaz gelip kalabalık olunca, en şiddetli ve tutkulu yaz aşklarının evi olacağı kesin gibi duruyor.
Burada aşklar daha terbiyeli, daha flörtisyen bir durum var. Bir kızın telefon numarasını almak için, uzun zaman peşinde koşmak gerekiyor. Zaten küçük yer, kışın kalanlar birbirini tanıyor. Burada aşklar platonik başlıyor. Büyük şehirlerde, özellikle İstanbul’da her şey gibi aşk da hızlı hareket gerektiriyor. Birini beğendiğinde, o an hamle yapmazsan, bir daha hiç görmeme ihtimalin çok yüksek. Oysa burada yarın, ertesi gün çarşıda karşılaşmak mümkün. Bence bu avantaj sağlıyor. Mesela bir kızı beğenen delikanlı, uzun süre çaktırmadan seyredip, hal ve hareketlerini izleyip, hakkında aşağı yukarı fikir sahibi olabiliyor. Bizlerin öyle bir şansı yok. Biz önce harekete geçip, iletişim kurmak, sonra karşımızdaki hakkında bilgi sahibi olmak zorundayız. Bu yüzden çok ilişki elimizde patlıyor.
Metroda göz göze gelip hoşlandığınız bir adamı, tam 10 saniye sonra kaybetmeniz mümkün. Durak araları kısa. Bir daha da denk gelir misiniz, meçhul? Bu sebepten, bizde hız önemli. Mecburen o kısacık zaman aralığında bir şekilde iletişim kurmak zorundasınız. Sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan, günün dört saatini trafikte geçiren, zamana karşı yaşayan metropol insanları, tüketimin de hızına alışmış oluyor. İstesek de şöyle nostaljik, platonik ve romantik bir flörte vakit yok. Bu durumu kabullenip yaşamaya başlayınca, fark etmeden siz de çarkın içine giriyorsunuz. O zaman da aşk, daha mantıksal ve gerçekçi bir hal alıyor. İlişkilerde hesap devri başlıyor. Birbirini yalanlarla kandıran, gerçek kimliğini öğrenmeye bile fırsat bulamadan ayrıldığınız insanlarla dolu bir aşk defteriniz oluyor. Asıl tüketim toplumu budur. Doğal olarak tanıştığınız birinden telefon numarasından önce, aids test sonuçlarını istiyorsunuz. Güvenli seks mecburi, tek eşlilik hayal oluyor.
Elbette anlattıklarım genellemedir. Bunların çok dışında kalabilmiş, farklı yaşamlar süren insanlar yok mu büyük şehirlerde? Var! Zaten onlar da olmazsa dengelerimiz tamamen bozulacak. Her şeye rağmen ben İstanbul’a aşık olanlardanım. O koşuşturmayı seviyorum. Herkes gibi bir denge tutturmuşum gidiyorum. Hem zamanın hızındayım, hem gerisinde. Su gibiyim yani, içinde bulunduğum kaba göre şekil alıyorum.
Aramızda kalsın, içim hala o eski aşklara öykünüyor. Tüm ömrü beraber geçiren, yıllar geçmesine rağmen birbirine, bey ve hanım diye hitap eden, emekliliği sardunya ekili balkonlarında, kahve içip sohbet ederek geçiren, dışarı çıktıklarında hala el ele gezen, aşkı da, sevgiyi de hakkıyla yaşayıp, ebedi hayata birlikte gitmeyi isteyen o çiftlere hayranlık duyuyor ve özeniyorum.
Tam yukarıdaki paragrafı yazarken, yanımdan anlattığım gibi bir çift geçti. İçim gitti bir anda. Onlara bakıp gülümsüyorum, onlar da bana, deli olduğumu düşünüyorlar sanırım. Bak şimdi, kanıma girdi şeytan, demek ki burada böyle aşklar var. Dönmesem mi acaba? Pazartesi köşemde yeni yazı görmezseniz, anlayın ki kalıyorum. Sizin de aklınız yattıysa, ilk otobüse atlayıp gelin, bekliyorum….
alinti...